Olmayanı Oldurmak

Benim en eski reflekslerimden biri bu aslında. Bir yerde bir karmaşa görsem, içimde hemen o tanıdık dürtü uyanır: çözme isteği.

Nerede bir düğüm görsem, sakince başına oturur, çözmeye başlarım. Becerikliyimdir de bu konuda.

Yanılmıyorsam, bu özelliğimi ilk keşfeden anneannemdi.Karışmış örgü çilelerini kucağıma koyar, “Hadi bakalım,” derdi. Ben çözerdim, o da muntazamlığına hayran olduğum o güzel toplara sarardı.

Daha ilerleyen yıllarda, denizde bir deniz kızı gibi salındığım o rüya yıllarda…Karışan misinaları, düğümlenen halatları toparlamak benim işim olmuştu.

Sabırlıyımdır vesselam; bunun da babaannemden bana geçtiğine hiç şüphem yok.

“Sabrın sonu selamettir,” derler ya…İşte ben o selamete pek çok kez ulaşmış bir kadınım.

Amaaa…Tabii ki madalyonun bir de öteki yüzü var.

İkili ilişkilere gelince, işte orada kantarın topuzunu sık sık kaçırıyorum.Ne zaman “orası biraz karmaşık” dedikleri bir ilişki çıksa karşıma…İçimdeki o becerikli ve sabırlı kadın—olmayanı oldurmaya hevesli, karmaşayı çözmeye yetenekli o tarafım—hemen kolları sıvayıp dalıveriyor konuya.Olmayanı Oldurmak…Size de tanıdık geliyor mu bu kavram?

İş hayatında mesela…“Kurulamaz” denilen bir departmanı sıfırdan kurmak,anlaşılmaz dediğin bir alıcıyla can ciğer olup bütçeleri katlamak, koca koca ekiplerin 10–15 kişiyle yaptığı işi 2–3 kişiyle kotarmak…

Daha 19 yaşında genç bir kızken, en genci benden 10 yaş büyük 23 tane erkek atölye takipçisinin şef koordinatörü olmak…İşte bütün bunlar: Olmazı oldurmak.

Ve bu alışkanlıkla devam edip konu ikili ilişkilere gelince…Olmazı oldurmaya çalışmak bir noktadan sonra bende ters tepti.Olmazı gördüm ama “ben bunu da çözerim” diyerek yıllarca kendimi zorladım.

Peki öğrendim mi? Yok vallahi, öğrendim desem yalan olur. Hala düşüyorum o tuzağa zaman zaman…

Bu kez yıllar demeyeyim — ama ikinci baharda aylar da bazen yıl kadar değerli oluyor 😉 Harcadığım zamanlarım oluyor elbet. Tabii o çabanın içinde önce farkına varmadan kaptırıyorum kendimi… Sonra “Dur, kendimi iyi ifade edemedim,” diyorum.“Hata bende… Çok fazla detay verdim. Daha sakin bir yerden yaklaş,” diye kendimi düzeltiyorum.

Bir de şu var:“Dur kızım… Bu adam seni nereden tanısın? Heyecanını nereden anlasın? Destur, çok üstüne gittin,” diye içimden fırça çekiyorum kendime.

Ama olmuyor işte. Hep suçu kendimde arıyorum. Aynı frekansa gelebilmek için bin türlü yaklaşımı deniyorum.

Hal böyle olunca, asıl görmem gereken o önemli noktayı gözden kaçırıyorum:

Niyet. Yahu, niyet?

Karşı tarafın niyeti ne? Senin gözündeki o hayranlık mı egosunu okşayan? Sen ona öyle bak, o da sende kendinde olmayan adamı görsün… Mis gibi.

Yahut belki, “Sweet November” tadında… Bu ayın şanslı kadını sensin diye takıldığı bir dönem mi? Bir ay parlıyor, sonra geçip gidiyor…

Aslında mesele belli: O niyeti bir anla.Ondan sonra bakarsın: Olacak mı, olmayacak mı? Var mı orada bir yol, yok mu? Şimdi derin bir nefes alıyoruz…Ve başa dönüyoruz.

Olmayanı olduran kaslarımız, evelallah, yıllar içinde pek güzel gelişmiş olabilir. Ama gönül işlerinde o kasların pek bir kıymeti yok. Hatta çoğu zaman, zaman kaybından öteye geçmiyor.

O yüzden duralım… Düşünelim… Farkına varalım… Ve gidene izin verelim gitsin.

Çünkü duygu aleminde “çaba kası”ın yeri yok. Orası hesapla, teknikle, stratejiyle ilerlemiyor. Duygu ancak duyguyla karşılık buluyor.

Ve ikili ilişkilerde duygu olmayınca… Sen ne kadar zorlarsan zorla, ne kadar “olur belki” dersen de… Olmayınca olmuyor.

O yüzden bugünkü ben; Zorlayarak değil, doğalından sevmeyi, Peşinden koşarak değil, yanımda yürüyeni seçmeyi niyet ediyorum.

Ve en önemlisi…Benimle aynı anda, aynı yerden tutmayan hiçbir hikayede kalmak için artık uğraşmayacağımı biliyorum.

Bundan sonrası çok net: Olanı sahiplenmek, ve olmayana teşekkür edip kapıyı kapatmak.

Kasım 2025

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir