Yalnızlar Kulübü
Bu sabah bahçemin misafiri, “Sadece bir kahve içip gideceğim,” diyen 25 yıllık evli komşum. Her evlilikte olduğu gibi, onunki de bu aralar bir sınavdan geçiyor. Anlatıyor, dinliyorum. Her cümlesini, satır aralarında söyledikleri de dahil, yüreğimde hissediyorum. Ona söylemek istediklerim var ama duymaya değil, sadece anlatmaya geldiğini bilerek susuyorum. İçimdeki ses ona, “Yalnızlar Kulübü’nün kapısının önündesin arkadaşım. İçeri girmek de dışarıda kalmak da senin seçimin,” demek istiyor.
Yalnızlar Kulübü… Eğer gerçekten böyle bir yer olsaydı, içerisi nasıl olurdu acaba? Özenle döşenmiş, içinde kocaman bir şöminesi ve kütüphanesi olan, hani filmlerdeki centilmen kulüplerine benzeyen bir yer olurdu herhalde. Tarzı olan ama duygusu olmayan, loş bir mekan… İçeride tek kişilik masalar sıralanırdı; oturanların birbirini görmediği, her masada iki sandalye olduğu ama birinin hep boş kaldığı bir yer… Doğal olarak boş, çünkü burası Yalnızlar Kulübü.
Müdavimleri derin düşünceler içinde kaybolmuş, her biri ayrı bir boşluğa bakıyor. Kimisi eski sevgilisini düşünüyor, kimisi toprağın altına koyduğu biricik canını… Belki bir başkası evladını özlüyor ama içinden de “İyi ki burada değil,” diye geçiriyor. Çünkü eğer burada olsaydı, bu kulübe üye olmuş demek olurdu. “Şükür, iyi ki burada değil.”
Bir de benim gibi, nasıl olup da buraya düştüğünü, ne düşüneceğini bilemeyenler var. “Neden buradayım?” diye soruyorlar kendilerine. Sahi, nasıl girdiler içeri? Ha, tamam… Kırık kalpleri yüzünden düştüler buralara. En sevdikleri, onları paramparça etti ve sonra kulübün kapısına bırakıp kaçtı. İçeri girmekten başka şansları yoktu.
Yalnızlar Kulübü, dışarıdan bakınca hüzünlü bir yer gibi görünüyor. Ama garip olan şu ki, kimse halinden şikâyet etmiyor. Sadece oturuyorlar, boşluğa bakarak yaşayıp gidiyorlar. Bazıları ölümü bekliyor belki. O kadar uzun zamandır burada oturuyorlar ki, artık hayatlarının sonuna kadar bu kulüpte kalacaklarını kabullenmişler. Bazıları ise sadece biraz soluklanmak için girdi içeriye. Güçlerini toplayıp kalkacaklar, kapıyı açabilirlerse hızla koşup kaçacaklar buradan. O gidebilenler şanslı. Kolay kolay bir daha dönmezler artık. Kalanlar ise zaten kalmaya gönüllü…
Peki ya ben? Ben ne yapıyorum bu kulüpte, bu masada oturmuş ne bekliyorum? Her zaman olduğu gibi en zor soruyu yine kendime sordum. “Neden hâlâ buradayım?”
Bilemiyorum… “Aura rengin gri,” dedi fikirlerine değer verdiğim bir arkadaşım geçen gün. Arada, arafta kalmanın rengiymiş. Arafta mı kaldım ben Yalnızlar Kulübü’nde? İyi ama… Arafta kalmak benim yaşam alanım olamaz. Nefes alamam, ölürüm ben orada. Net ve kesin olmalı her şey bende. Görmeli, bilmeli ve ne olursa olsun göğüsleyip ilerlemeliyim. Hayır, olmaz. Arafta, arada kalamam ben.
Yok, ben sadece dinleniyorum… Demektir ki kulüpteyim, ama gücümü yeniden bulacağım. Kapının koluna sıkıca yapışıp dışarıya ilk adımı atacağım günü bekliyorum.
İyi, güzel… Ama bir sorunum var: Kulüp çok rahat be dostum. Bu koltuklar, bu atmosfer, bu huzur… Ve bunların sadece bana ait olması, paylaşmak zorunda kalmamak. İnsan öyle bir alışıyor ki buraya, tencerede haşlanan ıstakozlar misali, sonun nasıl geldiğini fark edemiyorsun.
Ne yapmalı peki?
Yine başa döndüm. Herkesin kendi seçimi tabii ama bana gri olmaz. Yok, ben arafta kalamam. Ya içeri ya dışarı. Kararımı bir an önce vermem lazım. Yalnızlar Kulübü’nün kapısında, bir ayağım içerde, diğeri dışarıda duramam.
MART 2025